dağ başında, ahşap bir evin salaş
çardağında, efil efil esen rüzgara sırtını dayayıp, usulcana çağıldayan derenin
sesini ruhuna akıtıp, kırık dökük bir radyodan belli belirsiz yükselen ince bir
anadolu ezgisine yüreğini yatırıp, ıhlamur ve iğde kokusunu içine çekip
keyfederken, serin tatlı ve sulu bir dilim kavuna, bir kuple peynirle domatesi
yoldaş eyleyip, buz gibi akan derede soğuttuğun çay bardağındaki rakıya
dudağına değdirip, ruhunu huzura kavuşturmak, aklını yüreğinle uzlaştırmak için
güzel bir akşam..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder