ve ben şimdi bir hastane bahçesinde oturmuş yaşamın
ne kadar da anlamsız olduğunu düşünüyorum.. ölümün olduğu bir gezegende hayatın
çok da ciddiye alınacak bir şey olmadığını düşünüyorum şimdi.. daha sürgün
sürmemiş yemyeşil tazecik bir dalın, çıt diye kırılışının sesini duyuyorum ben
şimdi.. yüzünde doksandokuz tane kırışık olan bir dedenin gözlerinde, domur
domur açan acının, kederin tanımını okuyorum ben şimdi.. kendi canını teslim
etmek için beklediği ölümün kollarına, gencecik torununu usulca teslim edişini
izliyorum.. akıtamadığı gözyaşlarının, çehresine yüzüncü ve en derin kırışığı
açtığını görüyorum şimdi.. bir dedenin ölmeden ölüşünü izliyorum ben şimdi..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder