küçükken, pazar sabahları uçan kaz morton, clementine izlememiş gibi.. pazar konserindeki klasik müzik senfonisinin bitmesini bir derviş edasıyla bekleyip.. pazar sinemasında ahan kükreyen aslan var kesin güzeldir diye ard arda kovboy filmleri izlememiş gibi.. bir kutsal anadolu ritüeli olarak büyükten küçüğe, odun sobalı, yeşil kalıp sabun kokulu banyo sırasını beklememiş gibi.. akşam olunca parliament gece kulübü mavisini görebilmek için ebeveynlerimizle pazarlık etmemiş gibi.. iri laleli, dallı güllü perdeli, gırgırlı, aynı model el dokuma yuvarlak paspaslı, is kokulu evlerimizde sarı saman defterlerimize gizli gizli sevdiceğimizin adını kazımamış gibi en afili mekanlarda selfie veriyoruz.. ne ara bu kadar cool olduk lan biz..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder