küçükken; dedemler devlet destekli besicilik faaliyetiyle iştigal ediyorlardı. bir sürü inekleri, danaları vardı. dedemle nenem her yeni doğana torunlarının adını veriyor, verdikleri isimler kulaklarına demir bir levhayla tutturuluyordu. bir gün baktım danaların kulaklarına, bütün kuzenlerimin adı var sadece benimki yazmıyor. ağlayarak neneme gittim, neden benim adım yazmıyor buzağılarda diye atarlı atarlı sordum. kadıncağız ne diyecek, senin adın sakıncalı o yüzden devlet izin vermedi diyemiyor tabi, tamam bir dahakine deden şehre gittiğinde söz seninkini de yazdıracak diye diye oyaladı beni aylarca. gün geçtikçe, onlarca torunun içinde neden benim adımın o dana kulağı levhasında yazılmadığına anlam veremiyor, dedemle nenemin beni sevmediğini düşünüp için için üzülüyordum çocuk yüreğimle. şimdi düşünüyorum da ne strese sokmuşum, ne üzmüşüm, ne yormuşum onları, yattığı yerde huzur bulsun o güzel insanlar ve dahi diyorum ki; iyi ki de benim adımı yazdırmamışlar o dana kulaklarına. devrim diye buzağı mı olur lan..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder