Boyası
dökülmüş, ihtiyar, yaslı bir hastanenin bahçesinde, saniyeleri dakikalara
ekleyip, az önce ameliyata giren babamdan gelecek haberler ile kendimi test
ediyorum. Bir iki volta atayım zaman geçer diyorum, acı çeken çocukları, kıvrışık
yüzlü yaşlı hastaları görüp iyice bunalıyorum. Dışarıya atıyorum kendimi,
kafeteryadan kendime çayla tost alıp, beti benzi solmuş güz ağaçlarının altında
bulduğum bir banka yerleşiyorum. Sabahın kör saatleri olduğu için, daha yüzünü
yumadan duvarın dibine çöküp sigarasını tüttüren bir iki refakatçinin,
tekerlekli serumunu eline alıp nereye gittiğini bilmeden telaşeyle gezdiren
birkaç mor gözlü hastanın dışında insan yok etrafta.
Yanımda,
sabaha kadar hiç durmadan yağan yağmurda ıslanmış, yorulmuş küçük bir kedi
yavrusu kollarını birbirine kavuşturmuş oturuyor. Elimdeki tosttan küçük
parçalar kopartıp önüne koyuyorum, son kalan mecali ile usul usul yalayıp
yutuyor çift kaşarlı ekmekleri. Bir parça da ben yiyeyim diyorum boğazıma
düğümleniyor, ağzımda büyüyor lokmalarım. Kedicik bir yandan yiyor bir yandan
yemyeşil gözlerini kaldırıp yüzüme bakıyor minnetle. Miyavlamak için ağzını
açıyor ama ses çıkmıyor pembecik
ağzından. Karnı doyunca, ufacık nemli patisini kaldırıyor bir iki silkeliyor,
sonra yalayarak yüzüne gözüne sürüyor tarihsel ritüelini tamamlayarak kendini
temizlemeye koyuluyor.
Gözlerimi
kediden alıp bir daha saate bakıyorum bir gram geçmemiş zaman. Babamı
düşünüyorum, daralıyor kalbim bir daha, derin bir hüzün kaplıyor içimi. Başımı
önüme eğip telefonun üzerinde bir türlü geçmeyen dakikaları sayıyorum. Hiç
olmadık felaket senaryoları kurup, korkunun karanlık dehlizlerinde kulaç
atıyorum. Tam o anda bacağıma, yumuşak, tatlı ufak bir şey dokunuyor şefkatle,
dönüp bakıyorum bizim yavrucuk. İki ufak patisini yan yana dizime koymuş, sırtının koyu gri rengine inat bembeyaz tüylü
döşünü öne çıkarmış, yüzüme bakıp incecik sesiyle miyav diyor.
Ruh birliği etmiş iki eski dost gibi uzun uzun bakışıyoruz, anlıyoruz birbirimizi.
Yanıma yaklaşıyor iyice, kuyruğunu altına alıp yaslanıyor sol yanıma. Ufacık
bedeninin titreyişi, içimin titreyişine karışıyor. O an, ben ve o kedi dünyanın
en kadim sırrına vakıf oluyoruz. Islaklığına, kirine pasına aldırmadan içi
tüylü montumun köşesini kaldırıp üstüne sarıp kendime doğru çekiyorum. Yavaş
yavaş azalıyor titreyişleri. Yavaş yavaş hafifliyor kalbimin ağrıyışları. Elimi
uzatıp minnetle başını okşuyorum, patisiyle elimi indirip, elini avucumun içine
koyuyor. O acıklı hastanenin, o soğuk bahçesinde, o bitmeyen bekleyişte, o küçük
kedi, elini elime koyup; üzülme diyor, üzülme, iyi olacak baban..
Yorumlar
Yorum Gönder