Çocukken; yılbaşını büyük bir hevesle bekleyip, o büyük gün geldiğinde, sobanın etrafında toplanıp mandalina ve karışık çerez yerken, yeni alınan grundig marka renkli televizyonda dansözün çıkmasını beklerdik ailecek. Annemizi, bak uyursam beni uyandır tamam mı, söz mü diye tembihlerken, çok amaçlı kuzine sobanın üzerine konulan mandalina kabuklarının kokusu, Belkıs Akkale’nin türkülerine karışır, çocuk bünyemiz, daha saat 24 ü vurmadan, bulduğu bir köşeye sızar en masum uykulara dalardı. Sabah uyandığımızda, ama bu nasıl yeni yıl ya, eskisinin tıpkısının aynısı diye durum değerlendirmesi yaparken, yeni hayal kırıklarıyla tanış olurduk. Ne ara büyüdük biz ya, ne ara bu kadar cool olduk..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder