Nereden gelip, nereye gittiğini bilmediğim, başı dumanlı, yazgısı kara bir tren bekliyorum. Kimsenin kimseyi beklemediği o soğuk ve gri istasyonda, bir türlü gelmeyen o treni bekliyorum ben. Gelse keşke diyorum, buz tutan ruhumu alsa, beni kendimden en uzağa götürse. İnsan uzaklaştıkça gider mi kendinden, test etsem mütemadiyen. Bıraksam bedenimi yataklı vagonun kirli gri çarşafına, yatırsam gözlerimi karlı tepelerin burcuna keşke. Kulağımı, paslı rayların takurak ezgisine emanet edip, bir derin, bir huzurlu uykuya dalsam keşke..
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder