Ana içeriğe atla

Sıcak Süt, Baklava, İki de Güzel Ana

    On yedi yaşındayım. Daha liseyi yeni bitirmiş, soluğu üniversitede almışım Bursa’da. Anasının dizinin dibinden ilk defa ayrılmış, bilinmezliklere gebe bir şehre okumaya gelmişim. Huyunu suyunu bilmediğim bu gri kentin havasından mı, suyundan mı bilinmez, çok fena hasta olmuştum. Bademciklerim çiçek açmış, iki yandan kapatmış boğazımı, bırak yemek yemeyi, yutkunmak bile dünyanın en büyük zulmü bünyeme. Ne bakanım var ne edenim, ne bir tas çorba verenim var, ne de nasılsın diye soranım. Annemden tam 900 km ötede, o gurbet ellerde, o soğuk yurt odasının ranzasında yatıyorum ateşler içinde kavruluyorum. Dizlerimde derman olsa medicoya gidip ilaç alacağım ama üzerime oturan koca fili kaldırıp da yataktan bile kalkamıyorum. Gözlerimi kapattıkça kabuslar görüyorum, yılanlar, böcekler sarıyor etrafımı ateşin etkisiyle inliyorum. Sayıklamalarıma uyanan oda arkadaşlarım ambulans çağırıyor sağ olsunlar, gecenin bir yarısı fakültenin acilinde açıyorum gözlerimi. Bir ağrı kesici verip yolladılar öğrenci yurduna. İlacın ardından birazcık toparlasam da, yataktan kalkamıyorum hala. Sabah gözlerimi zorlukla açtım baktım, bütün kızlar okula gitmiş. Yerleri paspaslayan temizlik görevlisi abladan başka kimse yok ortalıkta.

       Abla, uyandığımı fark edince yanıma geldi, neyin var guzum senin diye sordu. Bademciklerimin arasından zorla çıkan kısık sesimle söyledim, hastayım. Elini başıma koydu, oyy çok ateşin var dedi, bir şey yedin mi, başımı iki yana salladım yok dedim. En son ne zaman yemek yediğimi unutmuştum. Abla üstüme kat kat örttüğüm kahverengi yurt-kur battaniyelerini soydu bir bir, yanıyorsun dedi. Nereden bulduysa bir mendil ıslatıp getirdi, boynumu, yüzümü sildi tekrar ıslatıp anlıma koydu. Binlerce arının aynı anda üstüme hücum etmesi gibi lime lime acı çekiyorum soğuk mendil tenime değdikçe, tüm hücrelerim tek tek sızlıyor, sıtmaya tutulmuş gibi titriyorum bir yandan da. Sen böyle bekle, ben birazdan geleceğim tekrar dedi ve gitti abla. Az sonra elinde bir tabak baklava ile geri döndü. Bunları ye kuvvet verir sana, sonra da ilaçlarını içersin.  Teşekkür ettim ama yiyemeyeceğimi, su bile içemediğimi söyledim. Abla geldi yanıma oturdu yatakta biraz doğrulttu beni ve biraz da kızıyormuş gibi yaparak, aa olmaz ama böyle, bu ablanı kırma, bak hemşehri sayılırız hem, ben de Erzincanlıyım, gurbetçiyim, hadi benim hatırım için diye diye o baklavaları zorla ağzıma tıkıştırmaya başladı. Acıdan gözlerim yaşararak, her lokmada boğazımı jilet gibi kesen baklavaları yedirdi. İlacımı da içirdi, hadi şimdi biraz uyu diyerek yatağıma yatırıp gitti Erzincanlı Abla.

     Sonraki gün biraz toparlamış olarak uyansam da, hala hastayım, bir ateşleniyorum bir terliyorum, hala iyi değilim, hala etlerimi kerpetenle ufak ufak koparıyorlar. Aklıma annemin lafı geldi birden. Böyle bademcik iltihabı olduğum zaman çocukken, süt kaynatıp içirir, tüm direnişime rağmen, bak süt içmeden iyileşemezsin, bu sıcak süt boğazını dağlayacak iyileştirecek seni derdi. Evet evet süt içmeliydim, yoksa iyileşemezdim. Ama sıcak sütü nereden bulacaktım. Birden aklıma Görükle köyü geldi. Görükle; o zamanlar, şimdiki gibi eğlence merkezi değildi. Genelde öğrencilerin takıldığı, adı babagörmez kıraathanesi vb olan kahvelerde toplanıp, batak, king, okey oynadığı kampüs yakınında bir yerdi. Ama sonuçta orası da bir  köydü ve o köyde de bir inek olmalıydı. Dizlerimde yüklendim, son kalan dermanımla, kalktım gittim Görükle’ye. Köy meydanında dolmuştan inip etrafa kulak kesilip dinledim ortalığı. Çok geçmeden güneybatı yönünden gelen inek sesine doğru seğirtip ağır ağır yürümeye başlamıştım bile. Evet yanılmamıştım. Küçük bir köy evinin avlusunda, kocaman gözlerini bana dikip geviş getiriyordu. Bir inek gördüğüme bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi, boynuna atlayıp sarılacaktım az daha sevinçten.

        Biz inekle uzun uzun bakışırken, içeriden ufak tefek, siyah çiçekli yazmalı bir teyze geldi yanıma şalvarını sallaya sallaya. Bir şey mi oldu yavrum, gel otur şuraya, rengin benzin solmuş senin, hasta mısın yoksa diye sordu. Bir çırpıda anlattım, üniversiteye yeni geldiğimi, hastalandığımı, annemin sıcak süt içmezsen geçmez dediğini ve bir ineğin sesine meyledip kendimi buralarda bulduğumu. Ah canım teyzem, birden yazmasıyla gözyaşlarını silerek için için ağlamaya başladı. Onun kızı da Erzurum’da okuyormuş. Ah benim kuzum donmuşsun sen, gel içeri gel, ısın biraz diye çekiştirip kerpiç evin  girişindeki sobanın yanına, divana oturttu beni. Gitti, az ötede, yerde duran küçük tüpte telaşeyle süt kaynattı bana. Sonra nasıl olduysa sütün buğusu, kadının yüreğinin sıcaklığına karıştı, ben de tutamadım kendimi ağlamaya başladım. O, kim bilir kime ağlayan teyzenin derdine karıştı gözyaşlarım. Gözlerini sile sile, büyük bir şefkatle iki bardak sütü içirdi bana ardı ardına. Kalanını da bir kavanoza doldurdu, yanına da köy ekmeği ile biraz peynir koydu. Almayacağını biliyordum ama usulen de olsa aldıklarımın parasını teklif edecek oldum, kaşlarını çatıp elinin tersiyle itti. Hiç öyle şey olur mu yavrum, duymamış olayım, öğrencisin sen, benim kızım da öğrenci, Rabbim hep iyilerle karşılaştırsın yolunuzu. Teşekkür edip, elini öptüm başıma koydum, sarıldım ana kokusunu içime çektim. Haydi güle güle yavrum, Allah’a emanet ol, gene gel emi deyip yolculadı beni.

       O günden beri ne zaman böyle hasta olsam, o iki kocaman yürekli Anadolu kadını gelir aklıma, bir bardak sıcak süt ile bir tabak baklava kıvamında, tatlı bir duygu kaplar içimi. Bir yanım inceden hüzünlenirken, öte yanım umutla dolar. Şimdi sokakta düşsen, bayılsan bile insanlar, bırak kolundan tutup kaldırmayı, dönüp bakmıyorlar bile. Nereye gitti o güzel insanlar diyorum bazen. O, hiç tanımadığı birine üzülüp, eliyle zorla baklava yediren doğulu ablalar, ilk defa gördüğü bir insana evini açan, oturup birlikte ağlayan, gurbetteki kızının yerine koyup yüreğini dağlayan, merhametli batılı teyzeler. Acaba hala var mı böyle güzel insanlar. Düşünüyorum da; o zamanlar, bu kadar ayrım yoktu herhalde, insanların içinde hala sevgi vardı, iyilik vardı umut vardı. Hepsi olmasa da çoğunluk, kimseyi diline, dinine göre ayırmazdı. Memleketin bir ucundan, öbür ucuna okumaya gelen kimsesiz kız çocuğuna kucak açıp analık eden yüreği büyük kadınlar vardı. İyi ki de vardı, ikisini de bir kez daha özlemle anıp, emek kokan ellerinden öpüyorum, ne güzellerdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karakolda Ayna Yok

    Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...

Kendi Karanlığında Boğulmak

    Büyük travmalar yaşayıp, acılarıyla yüzleşememiş insanlar; bilinçaltının da yardımıyla kendine birer savunma mekanizması geliştirirler. Bir daha aynı noktaya dönmemek için, o yaşadıklarını bir daha yaşamamak için etrafına görünmez duvarlar örerler. Bu insanlar günlük hayatlarını maskelerle yaşarlar. Kimseye güvenmezler, içlerindeki yaraya ulaşabilecek duygusal ilişkilere girmezler. Görünüşte hayatından memnun, mutlu mesut, esprili tiplerdir genellikle. Her şeye gülüp geçerler  herkesle alay ederler, kibirli ve soğukturlar. Yaralarını onlara hatırlatan müziklerden, romanlardan, filmlerden kaçarlar. Duygulanmazlar, sevmezler, acımasızdırlar. Dışarıya gösterdikleri kabukları o kadar serttir ki, gözlerindeki keder belli olmasın diye, donuk bir ifade ile bakarlar, göz göze gelmekten kaçınırlar, sevgiyi zayıflık olarak görürler, o yüzden sevilmezler de. Kontrollü birer ruh hastasıdır her biri, soğukkanlı birer duygu katili aynı zamanda.     Yüzleşemedikleri ac...

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Lise yılları, köydeyiz kayısı topluyoruz. Şimdilerde rahmetli olmuş akraba bir kadın, annemin ağzına girmiş hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor bana bakarak. Çaktırmadan yaklaşıyorum merakla. Filankesin oğlu senin kıza talip oldu diyor, durumları iyi, ver kızı rahat eder diyor, ver kızı size de faydası dokunur, zenginler, varlıklılar diyor. Annem uzun uzun dinliyor, ne söyleyecek diye merak ediyorum, kulak kabartıyorum heyecanla. Birden başını kaldırıp sert, bir o kadar da net bir ses tonuyla, benim kocaya verecek kızım yok diyor, ‘’benim kızım okuyacak…’’ O an annemin boynuna atlayıp, iyi ki benim annemsin demek istiyorum ama muhabbeti duyduğum anlaşılmasın diye usul usul kayısı toplamaya devam ediyorum, yüzümde hınzır bir gülümseme. Ondan sonraki gelenlere de, annem hep aynı cümleyi kuruyor. Benim kızım okuyacak! Benim kızım okuyacak.. Okudum ben de, hep okudum. Kitap okudum, düşünmeyi öğrendim, okul okudum hayatı öğrendim, üniversite okudum, direnmeyi öğrendim, haksızlığ...