Küçüğüm; böyle bir pazar akşamı kapı çaldı, içeriye yakın akrabalardan bir abimiz girdi. Elindeki özenle sarılıp süslenmiş tatlı paketini, girişteki masaya bırakıp annemle babamın olduğu salona geçti. Biz beş kardeş, klasik pazar banyosunu eda etmiş, masanın etrafına boncuk gibi dizilmiş ders çalışırken, önce tam ortamıza düşen kırmızı jelatinli pakete baktık, sonra birbirimize. Bir anda beşimiz birden atıldık yırtarcasına açtık kutuyu. Bir kiloluk Antep şöbiyetini beş dakikada yalayıp yuttuk, iç ettik. İşte tam o anda, son dilimleri avurtlarımızı şişire şişire tıkınırken, salonun kapısı açıldı. O abi ile annem girdi içeriye. Annemin; abin baklava getirmiş, nereye koydunuz, demesi ile bizim son pişmanlıkla yutamadığımız baklavaların boş kutusunu görmesi, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş abinin, biraz mahcup biraz üzgün bir ifadeyle, ya ben size getirmiştim zaten demesi, annemin yer yarılsa da içine girsem bakışları geldi aklıma. Abi, kız bakmaya gidiyormuş meğer. Biz ne bilelim yaa.
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder