Ana içeriğe atla

Atte'm


    Küçükken köye gittiğimizde babaannemin evinde kalırdık. Babaannem çok yaşlıydı, asıl adı İnsaftı ama biz ona Atte derdik. Bazıları ise İsaf ane derdi. Tevellütü çok eskiydi, kimliği hicri takvime göre düzenlenmişti. Gerçek yaşını kimse bilmezdi, Gençliğini kimse hatırlamazdı. Annem derdi; ben gelin geldiğimde de bu böyleydi. Atte'm; nemrut, zalim, sevgisiz bir kadındı. Eski kocası üstüne kuma getirdiği için çocuklarını bırakıp dedeme varmıştı. Ne yaşadı, ne etti bilinmezdi, kimseyi sevdiği, başını okşadığı görülmezdi. Ama duruşuyla, kullandığı eski kelimelerle, kıvrışık yüzüyle, garip şekillerde çizilmiş mor yeşil dövmeleriyle tuhaf bir etkisi vardı üzerimizde. Televizyonu, radyoyu anlamazdı. Televizyon karşısında soyunmazdı, giyinmezdi, o adamların bizi gördüklerini sanır, utanır kendi kendine söylenirdi.

    Sabahları kalktığımda en büyük zevklerimden biri Attemin giyinmesini izlemekti. Sabah, iki büklüm, üzerinde bir entari ile uyanırdı. Bir tas su koyar yanına, kınalı uzun saçlarını, tahta tarağını suya batırarak uzun uzun tarar, tam ortadan ikiye ayırıp özenle iki tane belik örerdi. Buruşuk, içine çöken ağzını bir tas suyla yuduktan sonra takma dişlerini takar giyinmeye başlardı. Önce, ufak çiçekli basma uzun elbisesini giyerdi paçalı donunun üstüne.  Sonra köyneğini, ardından ağır bir kumaştan yapılan üç etekli kalın bir kıyafet giyerdi, iki parça eteğin ucundaki iplerinden tutar onları beline çaprazlama bağlardı. Beline kalın sert bir kemer benzeri örme bir şeyler sardıkça Attemin boyu uzamaya başlardı. Önüne iki adet peşgir bağlar, dimdik durur, giyindikçe gözümde daha da büyürdü. Ardından kafasına önce terlik diye bir şey geçirir, onun üzerine fes benzeri kofi dedikleri bir papak koyar, onun üstünden bir eşarp takıp çenesinin altından bağlardı, sonra geniş bir başka kara eşarbı başının arkasından bağlar ritüeli tamamlardı.

       Yeterince giyindikten sonra evi kolaçan etmeye başlardı. Evlerinin arka tarafında, evdamı dedikleri koskocaman bir kiler vardı. İçinde yüklük denilen kırk kat yatak döşek, parlak ipekten rengarenk yorganlar, uzun etamin ağızlı yastıklar, çeşit çeşit çanak, kalbur, sarat, elek, kara kazan ne ararsan vardı. Onların yanında da tereyağı basılmış küpler, bal petekleri, kavurma küpleri, çökelek doldurulmuş deriler, bir insan boyu ekmekler, kışlık erzaklar, aklına gelen her şey o loş odadaydı. Bazen saklambaç oynarken girer, o yatakların ardına saklanır, sonra, ya beni burada bulamazlarsa diye korkar geri çıkardım. Çok acayip, büyülü bir atmosferi vardı o odanın. Attem çok cimriydi, ondan izinsiz kimse o yağ, bal, kavurma küplerine yaklaşamazdı. Üstlerine, sadece kendisinin anlayabileceği imler koyar, kim ellemiş, kim yemiş bir bakışta bilirdi. Attemin simsiyah kısa parlak tüylü kocaman bir kedisi vardı. Aynı kendisine benzerdi. Attem evde olmadığı zaman, o kedi, o loş odada, o küplerin üstüne oturur, gözlerini kısar, her an üstümüze atlayacakmış gibi hain hain bakardı, yiyeceklere yaklaşmamıza izin vermezdi. Sevgisizdi, hoyrat bir kediydi, hiçbirimizi sevmezdi. 

        Şu an, şu saatte nereden geldi aklıma zalım attem ve zulüm kedisi bilemem ama bence, insan hayatındaki en büyük yoksunluk sevgisizliktir diye bağlamak ister zalım attenin bu değişik torunu. Sevmeyen, sevilmeyen, yüreğinin ucundan tutulmayan her insan acımasız olur, hoyrat olur, bed olur, bencil olur, kötü olur gibime geliyor nedense. Sevgiden, şevkatten nasibini almamış, bir gün bile mutlu olamamış, bir an bile duygulanmamış, göz pınarlarını kurutup yüreğini nasırlaşırmış, bir şevkati, bir güzel sözü sevdiklerinden bile esirgemiş insanlar yüzünden dünya bu halde diye düşünüyorum. Tıpkı Atte'm gibi. Bazen ağıt yakardın, kim bilir kimleri hatırlardın, kimlere üzülürdün, inlemeyle karışık acıklı bir makam tutturur, anlamadığımız bir dilde tarihsel acılarını akıtırdın. Ama gözlerinden bir damla yaş süzülmezdi. Tüm sevgisizler gibi gözyaşlarını içine akıtırdın. Umarım olduğun yerde mutlusundur Atte. Ruhun huzur bulsun..


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karakolda Ayna Yok

    Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...

Kendi Karanlığında Boğulmak

    Büyük travmalar yaşayıp, acılarıyla yüzleşememiş insanlar; bilinçaltının da yardımıyla kendine birer savunma mekanizması geliştirirler. Bir daha aynı noktaya dönmemek için, o yaşadıklarını bir daha yaşamamak için etrafına görünmez duvarlar örerler. Bu insanlar günlük hayatlarını maskelerle yaşarlar. Kimseye güvenmezler, içlerindeki yaraya ulaşabilecek duygusal ilişkilere girmezler. Görünüşte hayatından memnun, mutlu mesut, esprili tiplerdir genellikle. Her şeye gülüp geçerler  herkesle alay ederler, kibirli ve soğukturlar. Yaralarını onlara hatırlatan müziklerden, romanlardan, filmlerden kaçarlar. Duygulanmazlar, sevmezler, acımasızdırlar. Dışarıya gösterdikleri kabukları o kadar serttir ki, gözlerindeki keder belli olmasın diye, donuk bir ifade ile bakarlar, göz göze gelmekten kaçınırlar, sevgiyi zayıflık olarak görürler, o yüzden sevilmezler de. Kontrollü birer ruh hastasıdır her biri, soğukkanlı birer duygu katili aynı zamanda.     Yüzleşemedikleri ac...

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Lise yılları, köydeyiz kayısı topluyoruz. Şimdilerde rahmetli olmuş akraba bir kadın, annemin ağzına girmiş hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor bana bakarak. Çaktırmadan yaklaşıyorum merakla. Filankesin oğlu senin kıza talip oldu diyor, durumları iyi, ver kızı rahat eder diyor, ver kızı size de faydası dokunur, zenginler, varlıklılar diyor. Annem uzun uzun dinliyor, ne söyleyecek diye merak ediyorum, kulak kabartıyorum heyecanla. Birden başını kaldırıp sert, bir o kadar da net bir ses tonuyla, benim kocaya verecek kızım yok diyor, ‘’benim kızım okuyacak…’’ O an annemin boynuna atlayıp, iyi ki benim annemsin demek istiyorum ama muhabbeti duyduğum anlaşılmasın diye usul usul kayısı toplamaya devam ediyorum, yüzümde hınzır bir gülümseme. Ondan sonraki gelenlere de, annem hep aynı cümleyi kuruyor. Benim kızım okuyacak! Benim kızım okuyacak.. Okudum ben de, hep okudum. Kitap okudum, düşünmeyi öğrendim, okul okudum hayatı öğrendim, üniversite okudum, direnmeyi öğrendim, haksızlığ...