Çocukken yaz tatillerinde dedemlerin köyün dışındaki evinde kalırdık bazen. Sabah gözümüzü açtığımız gibi ilk işimiz, evin önünde gece gündüz sadık bir bekçi gibi duran, hiç durmadan akan çeşmeye gidip yüzümüzü gözümüzü yıkamak olurdu. Birbirimizin üzerine sıçrattığımız sular gülüşlerimize karışırdı. Sonra burnumuza değen o unutulmaz taze ekmek kokusunun peşine gidip evin yan tarafındaki tandırda bulurduk kendimizi. Bir sürü çıplak baldırlı çocuk, taze mayalı ekmeklerden en kırmızısını ben alacam diye dövüşürdük birbirimizi ite kaka. Ardından hep birlikte durup, nenemin suyun kenarında bir ağacın gölgeliğine astığı tulumbayla yayık yayışını izlerdik uzun uzun. Nenee diye bağırıp koşardık yanına..
Bir yandan elimizi yakan sıcacık ekmeklerin buğusu sabah mahmurluğumuza sinerken, öte yandan ayran kokusuna gelen sabah sineklerini kovalardık ince söğüt dallarıyla. Nenemin bir o yana bir bu yana, ağır aksak bir senfoni tutturuşuyla büyülenip beklerdik çocuk sabrımızla. Ve derken yayık biter senfoni sona ererdi. Tulumba durunca yavaşça yaklaşırdık çemberi daraltıp. Nenem top top yaptığı, üzerinde ayran damlayan tereyağına üç parmağını daldırıp, kutsanmış bir ritüelle ekmeğimize çalardı o bembeyaz elleriyle. İşte şimdi durup dururken, o ekmeğin buğusu, o tereyağının kokusu, o ak saçlı, pak yüzlü nenemin güzel gülüşü tüttü burnumda..
Yorumlar
Yorum Gönder