Platonik aşk ne saçma bir şey ya. Daha dün
varlığından bile haberin olmayan birine durduk yerde gönlün düşüyor. Bir garip
tribe felan girip gece gündüz hiç tanımadığın insanı düşünüp, lüzumsuz anlamlar
yüklüyorsun. Kendi kendine üzülüp, seviniyorsun bir hareketiyle. Her
yaptığından zorlama manalar çıkartıp boş hayallere kapılıyorsun. Şiirler yazıp,
nameler diziyorsun duygularından bihaber sevdiceğine. Sonra bir bakıyorsun ki
kendin çalıp kendin oynuyormuşsun meğer. Bir aydınlanma geliyor o an. Yine
durduk yerde bırakıyorsun onu sevmeyi. O da öyle duruyor orda, olanları
anlamaya çalışıyor. Belki o da başka birini düşünüyor. Böyle böyle zincirleme
reaksiyon başlıyor, mutsuzluk sonsuz bir döngüye giriyor. İnsanlar el ele
tutuşmuyor, hayat bayram olmuyor bir türlü.
Doksanlı yılların ortaları. Daha yaşanabilir bir dünya hayaliyle, kelle koltukta mücadele edip, fırtına gibi estiğimiz zamanlar. Bunun sonucu olarak bilfiil tutuklanma, gözaltı, takip, polisten, jandarmadan kaçış, faşistlerle kavga dövüşten bunalmışım, bir parça nefes almak adına kalkmışım Malatya’ya ailemin yanına gelmişim. Bir yanı şehrin modern caddelerini arşınlarken, öte yanı toprağa göbekten bağlı, yarı feodal ailemin o aralar en büyük sorunu olan tarla bahçe işleri ile ilgileneyim dedim. Köydeki tarlalarla ilgili bir devlet teşviği mi ne varmış, herkese vermişler, bizimkilere vermemişler. Nasıl vermezlermiş ya, hadi kalk gidelim de neden vermiyorlarmış bir öğrenelim diye artislik yapıp, aldım annemi kalktık gittik Akçadağ’a. Bilumum resmi kurumun küflü odalarında canından bezmiş, salla başı al maaşı tadındaki memurlarından, bugün git yarın gel cevabına aldırış etmeden gezdik dolaştık, en son nüfus müdürlüğüne vardık bir evrak almak için. Adam dedi, bu evrağı ...
Yorumlar
Yorum Gönder