Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Kasım, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

tahir elçi

ben;  tarihi dört ayaklı minarenin incinmiş kalbiyim  cinayeti ben gördüm, şahidi ruhumdur barış elçisi bir güzel adamı öldürdüler güpegündüz  ensesinden vurdular tek kurşunla, serildi parçalanmış başı, isyankar ruhundan azade,  uzandı, kırık dökük, yaralı ayaklarımın dibine boylu boyunca.. 'bu kadim topraklarda çatışma istemiyoruz' sözü  asılı kalmıştı dudağının kenarında.. usul usul kapandı gözleri..  yüzünde yarım kalmış gülümseyişi, yüreğinde, kırılmış, vurulmuş, örselenmiş umuduyla,  öylece geçip gitti ölümsüzler ülkesine.. barışa dair ne varsa, umuda dair ne varsa heybesine koyup gitti.  gitti be ansızın.. yanını yere, çığlığını yele verip gitti..  cinayeti ben gördüm, ruhum duydu  gözlerim kör, dilim lal oldu..

'kırmızı'larımıza sahip çıkalım

küçüğüm; babam şehire gidecek sabah.. banyosunu yapıyor, traşını oluyor, tırnaklarını kesiyor annemle birlikte, hazırlanıyor.. en janti gömleğini, en jilet pantolonunu giyiniyor.. bir anda köyün kirinden pasından sıyrılıp yakışıklı medeni öğretmen haline geri dönüyor. ne de olsa şehire gitmek bunu gerektiriyor.. onu uzaktan süzdüğümü görüyor ve diyor; bişey istiyor musun kızım.. diyorum baba bana kırmızı bir ayakkabı getir.. saçımı karıştırıp şefkatle tamam diyor ama sarılıp öpmüyor, çünkü köyde yaşamak bunu gerektiriyor.. köyün dolmuşuna bindiğinde, akşam döneceğini bile bile nedense sanki hiç gelmeyecekmiş gibi paçalarına yapışıyorum babamın, gitme diye.. öğretmenlik yaptığı köylerde akşam kahveye gitmesin diye çizmelerini sakladığım gibi.. akşam oluyor, babam elinde filelerle, paketlerle geri dönüyor.. eve, öte beri, annemin ihtiyaç listesi filan derken o paket açılıyor sonunda kutsal bir ritüel gibi.. içinde kıpkırmızı potinler çıkıyor, nasıl parlıyor ama.. al bu senin diy...

sonbaharın en güzel vaktidir oysa kasım

sonbaharın en güzel vaktidir oysa kasım.. insanın; yeşilin, sarı kahverengi kızıla evrilen renklerinin, ruhumuzda yarattığı dönüşümü hissedesi.. ayların özlemini bünyesinde biriktirip, ıslak toprağa nazlı nazlı düşen yaprakların cümbüşüne gönlünü kaptırası.. toprağı en anaç haliyle sarmalayıp saran yaprakların hışırtısını dinleyesi.. bünyenin güneşin kıt sıcağından bir parça çalası.. ardından soğuğun suçüstü yakalamış gibi esip iliklerine kadar işleyesi.. insanın bi yüreği olduğunu hatırlayası.. bir çay bahçesinde oturup uzun uzun ağaçları seyredesi.. sarı kızıl yapraklara bakıp hüzünlü cümleler kurası.. velhasıl insanın enteresan hayallere dalası geliyor böyle zamanlarda.. her şeye rağmen, her şeye inat hayattayız şimdilik nefes alıyoruz, yaşıyoruz, hissediyoruz, algılıyoruz doğadan hücrelerimize akan güzelliği.. tadını çıkaralım bence her anın.. ölümün soğuk ve kan kokan sesi bu kadar yakınımızdayken, kim garanti edebilir yarına alacağımız nefesi..

sevmek biçimi

uzun zamandır aşka, sevgiliye yolunu düşürmemiş, sevgiye aç biilaç birini severseniz eğer.. ona olan duygularınızı uygun bir ölçüyle zerk ediniz damar yoluyla.. her gün bir damla artırarak, her gün bir doz çoğaltarak.. aksi halde bünyesi kabul etmeyebilir ve sevgi zehirlenmesine maruz kalabilir karşınızdaki.. sevgisizlikten katılaşan yüreğinin özüne ulaşmak istiyorsanız eğer.. her gün bir yaprak soyun nasırlaşmış kabuklarından.. büyük bir özenle her gün bir tabaka kaldırınız.. aksi halde tüm hoyratlığınızla yaralarını kanatabilir, acı verebilirsiniz karşınızdakine.. bunca meşakattan sonra ulaşabildiyseniz özüne.. onu camdan bir kalp gibi taşıyabilecekseniz, kıymetli bir elmas gibi değer verecekseniz alın elinize.. olur da ayağınız taşa takılıp düştüğünüz de bile kanayan dizinize rağmen elinizden bırakmayacaksanız dokununuz en derinine.. aksi halde bıçaksız olmuş can çekişen bir kurban daha bırakmış olursunuz ardınızdan.. sonra da oturup, insanlar neden bu kadar sevgisiz ...

makinalaşıyoruz gün be gün

ne kadar çabuk tüketiyoruz her şeyi ne kadar hoyrat kullanıyoruz zamanı.. ne kadar özensiz davranıyoruz sevdiklerimize.. ne kadar çabuk harcıyoruz yaşanmışlıkları.. hiç önemsemeden, benimsemeden kurban ediyoruz, günübirlik hazlarımıza acımasızca.. kan damlayan egolarımıza yama yapıyoruz, son kalan samimi gözyaşlarını.. kıymetini bilmeden, anlamadan, dinlemeden geçiştirip yol veriyoruz anlamlara, en derin manalara.. ne kadar kısaysa o kadar yormaz diyerek geçiştirdiğimiz kelimelere küstürüyoruz uzun ve derinlikli cümleleri.. hızlı ve öfkeli hayatlarımızda bir iz bırakmasın diye düşman oluyoruz uzun ve çetrefilli atraksiyonlara.. tembelliğe teşne yorgunlar ordusu inşa ediyoruz.. arınıp durulmuyoruz biz, durgunlaşıp sarsaklaşıyoruz aslında.. durup durup sallanıyoruz karanlık bir boşlukta, bir o yana bir bu yana, serseri bir rüzgara meyleden kuru yaprak misali.. arızalarımızı saklarken birbirimizin suretinden, anlamsızlaşıyoruz sonra.. ...

mevsim yazdı, hava inadına ayazdı

mevsimsiz bir yazdı, hava inadına ayazdı.. ak ş amlar g ö lgeli, geceler beyazd ı .. puslu bir balonun içerisinde geldi beklenen, indi incelikli adımlarla birer birer basamaklarımızı, gözlerimizin içine derinden bakıp gülümsedi.. uzun yoldan gelmi ş ti, a ç t ı , susuzdu, vakti azdı, daha gidecek yolu vardı.. gönlümüzün en kıymetli kilimini serdik altına, o da bunu bildi.. o, bizi bildi.. oturdu geçti ba ş k ö ş emize.. gönlümüzün heybesinde ne varsa, damıttık yüre ğ imizin imbi ğ inden koyduk sofraya.. yedik, içtik hep birlikte ho ş olduk muhabbetle.. vardık acılı ruhlarımızın farkına dem eyledik.. içtik ye ş il ş erbetten keyf eyledik.. eline vardık, eteklerinde huzur aradık.. yüz sürdük sakalına himmet eyledik.. güzeldi.. gelendi.. kalan de ğ ildi, gidendi.. gitti öylece balonun en havadar güvertesine oturup asasını ele verdi.. sakalını rüzgarlara tarattı usulca, hüznünü yele verdi.. kendinden bile sakladı ğ ı g ö zya ş lar ı umman o...

bir nefescik huzur

bedenim; bir su kenarında piçliğine boy vermiş salkım saçak bir söğüt olsa.. gölgem; azığını iç edip derin uykusuna dalmış yorgun bir yolcuya emanet olsa.. dallarıma cıvıldak gamsız kuşlar konsa.. yapraklarım; serseri bir rüzgarın peşinden savrulsa.. saçaklarım suya eğilse ve bir yosunun kalbine değse.. yüreğim bir tazecik yeşil çalsa.. ruhum bir nefesçik huzur bulsa...

yaşadışı tomurcuk

beyninde, yüreğinde, bilincinde, öyle yada böyle bir yasadışı tomurcuk yeşerdiyse eğer.. ne yaparsan yap, yok edemezsin artık onu.. koparsan yeri kalır, ezersen kokusu, yok etsen boşluğu kalır.. ağzının içinde acı veren bir ufak yara gibi dilin dönüp dolaşıp dokunur oraya istemsizce, kanatır büyütür orayı.. o tomurcuğu, o taze yarayı, acıyı hafife almayın derim yarenler.. önce görün onu, ne kadar tehlikeli olursa olsun bünyeye, dinleyin onu ve anlamaya çalışın.. hele bakın hangi yanınız yeşertmiş o tohumu.. hangi arızanız büyütmüş.. hangi eksikliğiniz tamam etmiş.. ve unutmayın o da sizin bir parçanız.. her reddettiğinizde paçalarınıza yapışıp ağlayanınız.. bilin ve sevin onu da..

anlam yükleyin

anlam yükleyin yarenler.. derinden aldığınız nefese, suyunu sıçratarak yediğiniz domatese, kokladığınız çiçeğe, dokunduğunuz yaprağa, bastığınız toprağa kana kana içtiğiniz suya anlam yükleyin.. yüreğinizin değdiği yüreğe.. teninizin değdiği tene, sokakta gördüğünüz kediye, bakışını beğendiğiniz aktöre, sesini beğendiğiniz müzisyene, sizi derinden hüzünlendiren şarkıya, kulağa değen iki güzel söze, bir kitabın kapağına, bir güzel aforizmaya, iki satır şiire, bir dost kelamına, bir yar selamına, yalnızlığınıza, kalabalığınıza, ananıza, babanıza, kardeşinize, yârinize, yareninize, doğaya, yeşile bir bebeğin gülüşüne, bir çınarın devrilişine, bir yıldızın kayışına, bir bulutun mavişine, bir yakışıklının bakışına, bir insanın ölüşüne, bir geminin gidişine, bir eriğin ekşisine, bir çileğin tatlısına, bir gülümsemenin huzuruna, bir gözyaşının akışına anlam yükleyin.. hissedin onları.. hissedin doğayı ve size sunduklarını sevin bilincinizi ve bilinçaltınızı...

kendi benimle konuştum

kendi benimle konuştum bu akşamüstü biraz.. bazı hal ve hareketlerini beğenmiyorum, gidişatın iyi değil dedim.. bi atarlandı delirdi, küstü bana serseri.. seni benden içre kimse bilemez, kırılma, darılma bana dedim.. özeleştiri seni bunaltmasın, gelişimdir bu dedim.. gel ver elini birlikte inelim daha derinlere, en karanlığımıza, bulalım eksik yanlarımızı.. sorunlu, marazalı, kırılmış ve inatçı pa rçalarımızı dedim.. tamam güzelliklerimizi sevelim ama onları da tamir edelim birlikte dedim omuz silkti.. barışalım, onaralım, gönlünü alalım, af dileyelim gerekirse, biz bizeyiz dedim, burun kıvırdı.. benden uzak ol, ben bana yeterim dedi.. bunalımlarımla, dertlerimle, güzelliklerimle, arızalarımla, aşklarımla insanım ben dedi.. beni seveceksen böyle sev dedi.. sevmiyorsan da kabullen dedi.. neden hep bi ayar verme, hep bir hizaya çekme derdindesin ki sen dedi.. ben bu halimden memnunum gerçekten anlamıyor musun dedi.. sen de herkes gibi üstüme gelme dedi.. elini vereceksen yukarı tırman...

insanın en kötü hali

insanın en kötü hali nedir biliyor musunuz.. insanın en kötü hali; ne üzülmesi, ne kızması, ne bağırıp çağırması, ne de isyankar halidir.. insanın en kötü, en berbat, en bedbaht, en zavallı ve dahi en ürkütücü hali vazgeçme halidir.. her şeyden, herkesten vazgeçmek... üzülmek de, bağırmak da, çıldırmak da, isyan etmek de kendi içinde ufacık da olsa bir umut barındırır çünkü.. ama vazgeçmiş insan yaşamın çok uzağındadır.. vazgeçmiş insan, umutlarını bir bir tüketmiş, yüreğini derine gömüp üstüne toprak atmış.. ruhunu alıp karanlık tarafa yol almış demektir.. o yüzden hala nefes alabiliyorsak, şu bed gezegenin şu vizyonsuz memleketinde.. ne olursa olsun umudumuzu kaybetmeyelim.. vazgeçmeyelim son kalan güzelliklerden der bu kardeşiniz.. annemin dediği gibi, hayat bizi üstünden silkelese de biz eteklerine tutunmalıyız inatla.. biz varsak var olur hayat.. 

bir parça huzur

uludağ yolunda, ormanın içinde, küçük ahşap bir evde oturan, dünyevi işlerle yolunu ayırmış, kendini doğanın güvenli kollarına bırakmış, gönlü güzel, erdemli kadim bir dostum arasa keşke.. devrim’im gel bi yüzünü göreyim, şömineyi de yaktım hava tam senin sevdiğin gibi, hadi gülüm dese.. atlasam arabaya, yolda durup öteberi alsam, çekirge meydanından kıvrıla kıvrıla yukarı çıksam, nazım’ın bursa mahpusunda yattığı yıllarda, evci çıktığında piraye ile kaldığı servinaz otelin önünden geçip selam çakarken, gençlikte, çoğu günümü kuru sandalyelerinin başında kitap okuyarak geçirdiğim boynu bükük hüsnü güzel çay bahçesinin önünden geçerken hüzünlensem, oradan biraz yokuş tırmanıp aşıklar çay bahçesine el sallasam.. ağaçların yolların üstüne saçını döküp, her geleni kucakladığı ince uzun yollardan tırmanırken; sarının, yeşilin, kahverenginin, kızılın her tonuna gönlümü kaptırıp, yavaş yavaş gözden kaybolan sisler içindeki ihtiyar kente baksam.. ne kadar da büyüdü bu şehir, biz gel...

bir karanlık bir aydınlık

bir karanlık, bir aydınlık bir dirsek temaşası, bir yol karmaşası savrulmuş yüreklerin birbirine çarpışı kaderlerin birleşmesi kederlerin tenden tene akışı bir karanlık bir aydınlık yüzüme vuran ay ışığı bir sıcaklık özleyişi bir can karmaşası bir karanlık bir aydınlık kalbimin kütleyişi içimin titreyişi nefesimin kesilişi bir yol türküsü tutturuşu ah bu neyin telaşesi bir karanlık bir aydınlık ruhumun tam yerine düşüşü gönlümün iflah olmaz arayışı buldum sanışı kim bilir kaçıncı yanılışı ah bu neyin aldanışı..

gün be gün ölüyoruz

gün be gün ölüyoruz.. kimimiz kurşundan, kimimiz kederden.. gözlerini kısıp nişan alıyorlar.. vuruyorlar, tam orta yerinden gözlerini bile kırpmadan.. kimimizi bedeninden, kimimizi ruhundan.. geriye kalanlarımız ise sessiz, yorgun ve umutsuz.. öylece bekliyoruz.. bekledikçe korkuyoruz.. korktukça içimize kapanıyoruz.. kahroluyoruz sonra.. içimiz bile almıyor artık bizi.. savruluyoruz sonra.. deli bir rüzgara meyleden kuru bir yaprak misali, kavruluyoruz sonra.. derin bir karanlığın dibine çöküp usul usul kayboluyoruz sonra…

ah

bir çift kara gözün derin derin bakışı bir yüreğin rotasından sapışı bir ruhun düz yolda yan yatışı bir gece kuşunun acı acı ötüşü bir çınarın kederle devrilişi bir kaçak dövüşçünün yasadışı sınırları geçişi ah bu neyin iç çekişi..

nuriye ve semih'e

açlık grevinde ilk birkaç gün çok zor geçer.. zaman durur eylemciye, başın döner, kalbin deli gibi çarpar, tansiyonun düşer, halsizleşirsin ve sürekli bir uyuma isteği başlar.. ilk üç günü atlatınca bünye yeni duruma adapte olmaya başlar, bir iki gün yemek yemişsin gibi normale döner.. birkaç gün sonra tekrar baş dönmeleri, halsizlik başlar.. öyle ki birkaç adım atmak bile zul gelir insana.. enerjini doğru bir şekilde kullanmazsan ikinci haftanın sonunda sesin soluğun bile kesilmeye başlar.. konuşmak bile zul gelir.. geceleri rüyanda güzel yemekler yediğini görürsün.. yersin yersin bir türlü doymazsın.. yemek düşünmek istemez, kendini direnişe odaklamaya çalışırsın ama her baktığın yerde yemek dikkatini çeker.. televizyon reklamları zulüm olur televizyondan nefret edersin.. becel yağının reklamındaki pilaauuvv diyen adamdan tiksinirsin.. kitap okuyayım dersin kitaptaki yemek sahneleri gözünün önünde canlanır.. gazap üzümlerini okumuştum o dönem hiç unutmam sürekli kurutulmuş d...

oysa herkes öldürür sevdiğini

bilen bilir, eskiden köylerde yaz başında kavurmalık bir dana alınır, besleyip büyütülür, yaz sonunda kesilip kavurma yapılır, kışlık erzakların yanına katılırdı.. işte bizimkiler de küçük bir dana alıp getirdiler bir gün eve.. sarı küçük sevimli bir buzağı. ailece seviyoruz, oynuyoruz, ona en güzel otları getirip ellerimizle yediriyoruz. buzağı mutlu, biz bahtiyarız.. bir gün evdekiler değirmene gitti beni evde yalnız bıraktılar.. giderken annem sıkı sıkı tembihledi.. dana evin önünde bağlı sahiplik et.. öğlene doğru önüne bir avuç yem at, fazla verme, samanla karıştırmayı da unutma dedi.. öğlen olunca dananın yemini hazırladım önüne koydum, baktım içinden buğdayları seçiyor samanları hiç yemiyor.. dedim yazık ya biraz daha versem ne olur ki.. bir avuç daha koydum, bir avuç daha bir daha derken dayadım yemi hayvana. o deli bir iştahla yerken ben nasıl coşuyorum. yetmedi, getirdim çuvalın dibini de silkeledim önüne, güzelce doyurdum hayvancağızı. ardından bir kova da su koyd...

köpekler

çok eskiden bir kış günü annemle beraber köydeki eve gitmiştik.. annem; sen git ben birazdan gelirim dedi.. minibüs beni evin önündeki yolda bıraktı, eşyalarımızı aldım eve girdim. balkona çıktım annemi beklemeye başladım.. işte o an aşağıda kocaman bir kangal köpeği ile göz göze geldim.. bir yandan annem uzaktan eve doğru geliyor.. gittim içeriden yanımızda getirdiğimiz somun ekmekleri aldım, kocaman parçalar halinde kopartıp, köpeğe atmaya başladım.. köpek bir yandan annemin geldiği yöne doğru bakıyor bir yandan da akrobatik hareketlerle attığım ekmekleri havada yakalamaya çalışıyor.. ben köpeği oyalamak için panik halinde aceleyle ekmekleri fırlatıyorum.. tam annem bahçe kapısından göründüğünde köpek bıraktı ekmeği beni, delirmiş gibi anneme doğru koşmaya başladı.. aklımdan neler geçiyor.. köpek o devasa cüssesiyle annemin üstüne atlayacak ısırıp parçalayacak, kanlı vahşi senaryolar.. avazım çıktığı kadar bağırıyorum bir yandan aşağı atlayıp anneme doğru canhıraş koşturuyorum ...

kucaklayalım biz bizi

biliyorum hepiniz mutsuzsunuz, hepiniz gergin, bu gezegenden bu bed hayattan tiksiniyorsunuz.. tepeden tırnağa sanal bir balçığa batmış bedeninizden uzanıp, son nümerik nefesinizle bir dal tutuyorsunuz ama tutuğunuz dal elinizde kalıyor değil mi.. hiçbir şey istediğiniz gibi olmuyor, hiç kimse istediğiniz gibi davranmıyor değil mi.. son dönemeçte anlam yüklediğiniz her şey bir bir kayıp gidiyor elinizden anlamsızlaşıyor. huzursuz ruhlarınız bünyenizi kasıyor, kırılmış kalbiniz hayallerinizi gölgeliyor.. umutsuzluk denizinde boşa kürek çekip, sanal bir deniz fenerinden medet umuyorsunuz.. hepiniz yaralısınız hepiniz yorgun.. kan sızıyor ince çiziklerinizden farkındasınız. ellerinizle bastırıyorsunuz ama kan durmuyor.. hepiniz günaha bulaştırılmış masumlar, hepinizin ruhu kirletilmiş bilgelersiniz.. bilgisayar kabloları arasında bir ses bir nefes bir umut arıyorsunuz.. dokunurken klavyeleriniz soğuk tuşlarına yalnızlığınızı nakışlıyorsunuz.. oysa dinginlik size bir elektrik...

keşkeler

taş duvarlı, toprak damlı, derme çatma iki göz evde tecelli etsek keşke.. iki leğen koysak çatlamış zemine, birine yağmurun damlalarını ötekine gözyaşlarımızı akıtsak.. tek derdimiz mahsul ve gübre fiyatları olsa.. sabah kalkıp eşiklikte köyün gıybetini yapsak, akşam olsa sonra.. bahçede üç taş üstüne közde çay demlesek kara çaydanlıkta.. eski bir radyoda -yüce dağ başında yanar bir ışık, düşmüşüm derdine olmuşum aşık- çalsa, dinleyip enteresan hayallere dalsak.. gündelik hüznümüzü gölgeleyen ateşin çıtırtılarına ruhumuzu yatırıp, ayın bulutla münasebetinden mana çıkarsak.. azıcık huzur bulsak lan keşke..

danalar

küçükken; dedemler devlet destekli besicilik faaliyetiyle iştigal ediyorlardı. bir sürü inekleri, danaları vardı. dedemle nenem her yeni doğana torunlarının adını veriyor, verdikleri isimler kulaklarına demir bir levhayla tutturuluyordu. bir gün baktım danaların kulaklarına, bütün kuzenlerimin adı var sadece benimki yazmıyor. ağlayarak neneme gittim, neden benim adım yazmıyor buzağılarda diye atarlı atarlı sordum. kadıncağız ne diyecek, senin adın sakıncalı o yüzden devlet izin vermedi diyemiyor tabi, tamam bir dahakine deden şehre gittiğinde söz seninkini de yazdıracak diye diye oyaladı beni aylarca. gün geçtikçe, onlarca torunun içinde neden benim adımın o dana kulağı levhasında yazılmadığına anlam veremiyor, dedemle nenemin beni sevmediğini düşünüp için için üzülüyordum çocuk yüreğimle. şimdi düşünüyorum da ne strese sokmuşum, ne üzmüşüm, ne yormuşum onları, yattığı yerde huzur bulsun o güzel insanlar ve dahi diyorum ki; iyi ki de benim adımı yazdırmamışlar o dana kulaklarına. devr...

ey dedim aşk

ey dedim aşk; biz de isterdik şöyle yüreğinin güzelliği gül cemaline aksetmiş bir sevdicekle yürek yüreğe verip, yaprağından ayrı düşmüş bir ağacın serzenişine aldırmadan, bağrına yanımızı yaslayıp rengarenk hülyalara dalmayı..  biz de isterdik sararmış yaprakların hüzünlü ezgisini rüzgara fısıldayışına ruhumuzu yatırmayı.. bir görünüp bir kaybolan güneşin sıcaklığına tenimizi yaslayıp keyfetmeyi.. biz de isterdik ölüme, acıya, kedere değil huzura, dinginliğe, aşka giden kapıyı aralamayı..  ama gel gör ki izin vermiyorlar bize ey aşk.. aldığımız soluğu haram edip, iki çift muhabbeti, bir ağız dolusu gülüşü çok görüyorlar bize.. aşka, doğaya, ağaca, yaprağa, rüzgara sana bana herkese düşman, aldığımız nefese düşman bir karanlık ordusu var karşımızda..  öldürüyor bizi gün be gün.. en cesurumuz bedenini, en naifimiz ruhunu kaybediyor.. geride kalanlar ise el ele tutuşup yıldızlara bakıp hayal kuruyoruz, bir gün bu acıların biteceğine dair umut biriktiriyoruz baş...

bir başka mecraya akma vaktidir

atarsın içine, için dolar dolar da, bunalırsa.. için almaz olur taşar da yüreğin sıkılırsa.. bir derin bakışa, bir çalıntı gülüşe aldanıp yasadışı heveslere meyleden gönlünden bıkılırsa.. deli deli çağlayan ırmağına bend vurulur da hayallerin yıkılırsa.. sağır sessizliğin puslu kederi, çaresiz haykırışını boğar da boğazın düğümlenirse.. bir köz olur.. yanar, yakar kalbin kavrulur da, ruhun incinirse.. bir sevdayı daha gömüp yüreğinin kimsesizler mezarlığına.. yarım bırakılmışlıklarını, yaşanmamışlıklarını toplayıp gönlünün yamalı bohçasına gözyaşlarını gözünde, hüzünlerini özünde biriktirip, usul usul yol alma vaktidir incelikli adımlarla.. bir başka mecraya akma vaktidir..

öldürmeyen güçlendirir

Bazen reel dünyada o kadar kırılır o kadar acı çekersin ki, daha fazla tahrip olmamak adına bilinçaltının da yardımıyla zamanla gerçeklikten kopar, bir hayal dünyasında, sanal ve yalan bir ‘mutlulukta’ açarsın gözlerini.. Başlangıçta herşey çok güzeldir, güllük gülistanlıktır. Olumlu ve güzel şeyleri haddinden fazla büyütürken, olumsuzlukları, zararlı olanları görmezden gelir, hasır altı edersin. Oh bee ne huzurdur bu hayat sana güzeldir.. Yüreğini bedliklere karşı öyle nasır laştırmışsındır ki aldığın kılıç darbeleri basit birer çiziktir ve canını acıtmaz olmuştur. Herşeye gülüp geçiyorsundur.. Çok mutlusundur.. Ama işte dünya hiç öyle değildir.. gezegen güneşin etrafında tur atmaya devam ediyordur hala.. aslında hiçbir şey değişmemiştir.. değişen sadece senin bakış açın olmuştur.. Bir süre sonra aldığın kılıç darbelerinin ince çiziklerinden kan damlamaya başlar.. ve çizikler yavaşça büyüyerek derin yarıklara dönüşmektedir. Ama sen hala sanal dünyadan aldığın hazl...

hazan

dalından sakındığı budağından kopan yaprağını feda eden ağaç.. gözyaşı döker mi acep.. canı acır mı vedalaşırken, yüreği burkulur mu.. nereye gider hüznü, kederi.. gözyaşlarını hangi mecraya akıtır.. yaprak yağmuru altındaki o uğultulu kentin dinmeyen inlemesine mi verir kederini.. yoksa her kopan yaprağın gövdesinde bıraktığı ince ama derin çukura mı yakar ağıdını.. biz ne bileceğiz.. nerden bileceğiz.. bilemeyiz ki.. en son ne zaman bir ağacın gövdesine elimizi koyup kalp atışlarını dinledik ki.. biz ne biliriz ki.. yollarda üstümüze yağan yaprakların gözyaşlarının, rüzgara gönlünü kaptırışını.. bilsek.. onların üstüne basa basa, öğretilmiş bir romantizme kapılıp, yalandan hüzünlenir miydik hiç.. ah bir bilsek, bir kulak kabartsak çıtırtılarına, çığlıklarına, yalnızlıklarına, içimize içimize ağlardık belki.. gelmiş geçmiş tüm ayrılıkların ve vedaların anısına..

evrensel kültür merkezi

eskiden evrensel kültür merkezi vardı heykelde bilen bilir.. bir yanı kütüphane, öte yanı tiyatro salonu, beri yanı cafe idi.. dört bir yanı da yeşil bursa’ya tepeden bakan, bahar akşamları efil efil esen rüzgarlı bir terastı.. her akşam iş veya okul çıkışı ulvi bir görev gibi soluğu orda alırdık.. şimdiki gibi program yapmana, aman yalnız gitmeyeyim, tek oturmayayım demene hacet olmadığı yıllardı.. ne zaman gidersen git, senin gibi en az bir tanıdığın gül cemalini görme ihtimalin vardı.. tanımasan bile iki çay arası derin bir sohbete dalıp tanış olurdun haliyle.. özellikle pazar günleri, şehrin bilmem hangi ücra mahallesinden uykulu gözlerle kalkar, leman dergimizi, peynirli poaçalarımızı alıp taze demlenmiş çaya katık ederken dost meclisinde oturup, kültürün sanatın dibini yudumlardık.. hiçbir yerde gösterilmeyen yasaklı, yakası açılmadık filmleri gösterime sunar, film bittiğinde saatlerce kritiğini yapar, hararetli tartışmalara gark olurduk.. yeni çıkan kitapları enver ab...

gönül adamı

eskiden şöyle, yüreğinin güzelliğini olgunluğunun erdemiyle demleyen gönül adamları vardı hatırlar mısınız.. hayatta birçok şey görmüş geçirmiş, iyinin güzelin yüreğine değmiş, feleğin çemberinden geçmiş güzel adamlardı.. nitelikli derin sohbetlerini dinlemek için kulak kesilirdik.. erdeminden bir kuple alır mıyız diye hikayelerini dinlerdik heyecanla.. kır düşmüş kurşuni sakallarında damla damla erdem süzülürdü.. hayatın tecrübelerini aktarırken derin bir nefes çekerlerdi iki parmağının arasında döndürüp durduğu sigarasından.. arada durup kim bilir kimi düşünerek uzaklara yatırırlardı gözlerini hüzünle, uhrevi bir sessizlik olurdu sonra.. sonra birden masalsı büyülü bir sesle anlatmaya devam ederlerdi usul usul.. sonsuza kadar anlatsa bıkmadan usanmadan dinleyeceğini bilir, yanağının kenarına ufak utangaç bir gülümseme otururdu.. halden anlayan, egolarından azade, mütevazı, pişmiş, olmuş son kalmış güzide insanlardı onlar.. insanı da, kediyi de, karıncayı da aynı derecede sev...

sıkıldım

Sıkıldım bu dünyanın bedliklerinden.. sıkıldım Hep aynı tekrarlardan sıkıldım İnsanların birbirini anlamamasından sıkıldım.. İnsanların birbirini üç kuruş çıkar için kullanmasından sıkıldım İnsanların bencilliğinden sıkıldım Çocukların, kadınların ve hayvanların katledildiği bu sistemden sıkıldım Üretemeyip birbirini taklit eden insanlardan sıkıldım Savaşlardan, kandan, ırkçılıktan beslenenlerden sıkıldım Yalancı gülümseyişlerden.. samimiyetsiz sohbetlerden sıkıldım Dünya yanarken, tek derdi kendi olan atarlı giderli eziklerden sıkıldım Sevgisiz ilişkilerden, göstermelik yaşantılardan sıkıldım Sanatsız, edebiyatsız, felsefesiz anlamsız muhabbetlerden sıkıldım Kalitesiz, niteliksiz insanlardan sıkıldım Özensiz, tek taraflı, hepbanacı arkadaşlıklardan sıkıldım İnsanların birbirini kırmasından sıkıldım Hatayı özünde aramayıp başkasına atan kıskançlardan sıkıldım Maskelerden, aynalardan, mış gibi yapanlardan sıkıldım Kendini kasanlardan, içinde bir damla ...

gece

hiç gelmeyecek birini beklermiş gibi, hiç bestelenmemiş bir müziği dinlermiş gibi, tam sigara yaktığında otobüs gelecekmiş gibi, sarıda geçerken kırmızı yanacakmış gibi, hadi size eyvallah deyip davet edilmediğin sofradan kalkacakmış gibi, piç olmuş bir hayatın rutinine aklını kaptırıp, hiç olmuş gönlünü eğleyip üstü kalsın diyerek bu dünyadan defolup gidecekmiş gibi arada derede kalmış, agnostik, kaotik bir gece..

aşk

hey dedi aşk; başı dumanlı kızıl tepeler oynaştı ben sustum.. sert bir poyraz esti kahverengi yapraklar oynaştı.. hey dedi aşk buradayım, sesime gel, bak en sevdiğin kıyafeti giydim.